Bizi İyileştiren Güç: Affetmek mi, Affet’me’mek mi?

Şerif Ali Batmaz

İnsan için en önemli hal fiziksel, sosyal ve de ruhsal bütünlük halidir. Yaşamın devam edebilmesi için bir benzetme yaparsak eğer hayat fanusu içeriden kırılmalıdır. Böylelikle hayat başlar. Fakat dışarıdan gelen bir müdahale, yaşantıyı sakatlar, gelişimi sekteye uğratır.

Ruhsal bütünlüğü tesis eden belli temel gereksinimlere sahibizdir. Ve bu gereksinimler ancak ailede tesis edilir. Temel güvenlik, özerklik, özgüven, yakın ilişki, sevgi, saygı, değer verilmesi gereksinimleri çocuğun iyi gelişimi, iyi bir insan olması için iyi bir fiziksel bakım kadar elzemdir.  Burada ‘mükemmel ebeveynlik’ten daha çok, bu gereksinimlerin yeterince karşılanması vurgulanmaktadır.

Bu gereksinimlerin yeterince karşılanmadığı aile yapısından geliyor olabilirsiniz. Belki de kültürel anlamda sevgiyi açık net ifade etmemek aile kültürünüzde bir gelenekti. Genellikle bu tip kültürel gelenekler; kuşaklar arası bir miras gibi aktarılırlar. Bu konuda rahat olabilirsiniz ki yalnız değilsiniz.

Her yıl binlerce yetişkin, çocuklukta gideremediği temel gereksinimlerini farkedip çözümlemek için terapi hizmeti alıyor. Bir çalışmaya göre nüfusun %10’u terapi hizmeti almaktadır. Bu aslında yakın ilişki ihtiyacımızın ne denli önemli olduğunu gösteren bir istatistiktir. İnsan gereksinimleri için yaşar. Manevi ya da maddi; karşılanmayan gereksinimler kişide bir gerginlik yaratacaktır.

Çocuklukta bakımveren ile kurulan yakın ilişki, beslenirken alınan sevgi, temel güven hissi ruhsal olarak tamlığı temin eder.

Bir taraftan çağdaş psikoterapistlerimizin bir kısmı geçmişte karşılanmamış gereksinimlerimiz, hatta bazen ihmal, istismar gibi durumlar dolayısıyla ilgili kişileri affetmememiz gerektiğini savunurken, bir kısmı her şeyi, herkesi affederek ruhsal bir sağaltıma ulaşacağımızı savunmaktadırlar. Bu şüphesiz ki tartışmaya açık bir konudur.  

İlk kısım psikoterapistlerin dayanakları, bize kötü davranan, ya da yeterince ‘pedagojik’ davranamayan bakım verenimize öfke duymakta haklı olduğumuz ve olanları affetmeme kararı vermekte serbest olduğumuzu savunurken, diğer kısım psikoterapistler, herşeyi, herkesi affedebilmenin kişide de bir özgürleşme ile iyilik hali meydana getireceğini ifade ederler.

Affetmek kadar affetmemek de elbette kişi için bir tercihtir. Bu meselede kişinin kendi kararına saygı duymak önemlidir. Bir yandan affetmenin de, affetmemeninde nevrotik bir biçimde gösterildiği haller söz konusudur. İlk ihtimal kişi herkesi affederken kendi kendisini suçlamaktadır. Böylesi bir durumda ruhsal olarak kişinin tamlık hissetmesi zorlaşır. İkinci durumda kişi kendisine yapılanları affetmeme kararı alırken etrafını da suçlamaktadır. Bu durumda etrafı sürekli suçlayan, daimi bir öfke taşıyan kişi, içeride bir yerde karşılanmamış gereksinimlerini bilinç dışı süreçte yanlış bir yöntemle karşılamaya çalışmaktadır. Bir taraftan meselenin tüm sebebini etraftaki kişilere yüklemek rahatlatır gibi dursa da kişide sorunun kendisini değiştirmekle ortadan kalkabileceği algısını zedeler. Oysa en az etraf kadar bizim kendimizi derleyip, toplamamız, sorunları tamamen çevreye atfetmememiz de ruhsal anlamda tamlık hissi için önemlidir.

Bir yandan sürekli başkalarından alacaklı insanlar söz konusudur. Bu insanlar hayattan da alacaklıdır. Başlarına gelenden dolayı sürekli birşeyleri ve etraflarını suçlarlar. Fakat kendileri farketmese de alttan alta kendilerini de suçlamaktadırlar. Başımıza gelen hadiseler öylesine olabilir. Fakat küçük bir olumsuzlukta kişi zaten bu kötü işler hep benim başıma gelir gibi yanlış bir genelleme yapmaktadır.

İyilikler başımıza geldiği kadar kötülüklerde başımıza gelebilir. Bu bizi kötü yapmaz, bizim suçumuz kesinlikle değildir. Fakat bir taraftan çocukluk dönemindeki kötü ilişkilerden etkilenir, örselenebiliriz. Yetişkin bir birey kötü bir muameleye maruz kaldığında baş kaldırıp, öfkeyle hakkını savunabilirken,

bir bebek veya çocuk yeterince iyi muamele göremediğinde, ya da kötü davranım gördüğünde buna karşı çıkamaz. Aksine sorunun kendiyle alakalı olduğu gibi hatalı bir düşünceye kapılabilir. Çünkü çocukta baş etme, kendi hakkını savunma gibi temel beceriler daha gelişmektedir. Bu da kuşkusuz yeterince bakım veren, koruyucu bir ailede gelişebilir.

Bu tip durumlarda genellikle ömür boyu süren bir suçluluk duygusu, değersizlik hissiyatları kişiye eşlik eder. Kişi bu suçluluk ve değersizlik duygularının hakim olduğu ilişkilere, durumlara bilinç dışı süreçte farkında olmadan kendi kendini maruz bırakır. Bu hayat boyu kısır bir döngü olarak devam eder. Kişi bu kısır döngünden hangi temel gereksiniminin karşılanmadığını fark edip, içindeki çocukla irtibata geçip, onunla iyi bir iletişim kurarak ancak çıkabilir.

BABALIK

Şerif Ali Batmaz

Babalar alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır. *

Babalık; tarih boyunca edebiyat, sanat ve yaşam söz konusu olduğunda üzerinde sıklıkla durulan bir kavram olmuştur.

Fiziki ve sosyal işlevi bakımından babalık; kültürlerarası evrensel bir ortaklığı aynı zamanda da kültüre has farklılıkları gösteregelmiştir.

Türk kültüründe babalık, 1920’lerde, 1960’larda ve günümüz şartlarında dünyanın değişimiyle beraber gelişen bir sosyal kimliğe dönüşmüştür. Ülkemiz gibi ataerkil toplumlarda koruyuculuk, evi geçindirme, eğitimi sağlama rollerine karşılık gelir.

Günümüz dünyasında ve Türkiye’sinde çalışan annelerin artışı ve iş bölümü ihtiyacı nedeniyle 2000’lerin babaları ev içerisinde yardımcı bir görevi de üstlenir hale gelmişlerdir. Yapılan bilimsel araştırmalarda annelerin çocuklarıyla daha çok yemek ihtiyacı, öz bakımı karşılama, akademik destekleme gibi alanlarda iletişim kurduğu görülürken, babaların ise daha çok oyun vakitlerinde çocuk bakımına katıldığı ortaya çıkmıştır.

Çocuklar tabiatları gereği gelişebilmeleri için zengin bir uyaran dünyası isterler. Ses, görüntü, sosyal durumlar ve güçlük karşısında ne yapılması gerektiğine dair gelişimleri destek olundukça devam eder. Babalarımız da bu noktada çocuğun gelişimini destekleyen önemli birer rol model olarak ifade edilebilir.

Amerikan yerlileri olan Akaların babaları, günlerinin büyük bir bölümünü çocuklarını kucakta taşıyarak ve onlara bakarak geçirirler. Kültürel olarak çocuklarla fiziksel bir oyun oynamazlar. Bu duruma karşın çocuklarsa babalarına son derece bağlıdırlar. Bu durum babaların çocuklarıyla geçirdiği sürenin de ne denli önemli olduğunu gösterir.

Günümüz dünyasında babaların çocuk bakımına katılmaları televizyon, sinema ve basın yayın gibi organlarla teşvik edilmektedir.

İsveç’te babalar da anneler gibi ücretsiz 2-3 yıllık babalık izinleri kullanabilmektedirler. Almanya’da 2009’da çıkarılan bir yasa ile babaların çocukları için babalık aylığı alabilmesinin önü açılmıştır. Bu imkândan faydalanan babaların oranının da %25 düzeyinde olduğu bildirilmiştir. Ülkemizde de doğum durumunda babalara 5 gün süreyle ücretli babalık izin hakkı verilmektedir. Geçmişten günümüze Türk aile yapısında babanın rolü değişmiştir. Eski Türk kültüründe babalar erkek çocuğunun yetiştirilmesinde daha çok görev sahibiyken, anneler kız çocuğunun yetişmesini üstlenirdi. Özellikle erkek çocuğun yetişmesinde, âdâb-ı muaşeret ve savaş sanatını öğrenmesinde babanın çok önemli ve öğretici bir rolü olduğu görülmektedir. Ünlü tarihçi İlber Ortaylı’nın ifadesiyle Osmanlı geniş ailelerden oluşan bir sosyal yapıya sahipti. Günümüzde bu durum göçün etkisiyle artık değişti. Artık Türk ailesi %80 oranında çekirdek aile tanımlarına uymaktadır.

Sosyoekonomik düzey ve eğitim seviyeleri babalık tutumlarını da etkiler bir görünümdedir. Günümüzde üniversite ve yüksek lisans mezunu babaların çocuk bakımına daha fazla katılım isteği gösterdikleri görülmektedir. Genç babalar üzerinde yapılan bir araştırmada ise; çocuklarına karşı tutum itibariyle kendi babalarından daha az otoriter, daha yakın, sevecen ve ilgili olduklarını belirtmişlerdir.

Babalık Davranışları ve Beyin

Annelik davranışlarını çoğunlukla içgüdüsel olarak tanımlama eğilimindeyizdir. Fakat babalıkla ilgili çalışmalar literatürde kendine daha az yer bulur. Ancak babalığın da bir fizyolojisi ve nöronal açıklaması elbette mevcuttur. Babaların refleks olarak koruyucu davranışları genel olarak düşük testosteron düzeyi, yüksek prolaktin ve vazopressin düzeyleriyle ilişkilidir. Çocuk sahibi olan erkekler ile çocuk sahibi olmayan erkeklerin bebek ağlama sesine verdikleri tepkiler incelenmiştir. Çocuk sahibi olan erkeklerin sinir sisteminde daha aktif bir çalışma gösterdikleri görülmüştür. Çocuk sahibi olan erkekler ile çocuk sahibi olmayan erkeklerin bebek ağlama sesine verdikleri tepkiler incelenmiştir. Çocuk sahibi olan erkeklerin sinir sisteminde daha aktif bir çalışma gösterdikleri görülmüştür. Beynimizin empati ve duygu düzenleme işlevini taşıyan bölgelerinin de küçük yaşta çocuğu olan babalarda daha aktif gelişim gösterdiği izlenmiştir. Annelerin çocuklarıyla olan iletişiminde öne çıkan oksitosine karşılık babalarda da vazopressin düzeyinin etkili olduğu görülmüştür. Oyun zamanlarında özellikle oksitosin, prolaktin ve progesteron isimli hormonlar daha fazla salgılanmaktadır. Bu durum aynı zamanda baba ile çocuk bağını geliştiren bir fonksiyonu yerine getirir. İnsan dışındaki diğer canlılarda da babalık rolünü yerine getirenlerin beyin gelişimi yönüyle diğer üyelerden farklılaştığı gözlenir. Özellikle yavruların korunmasız kalması durumunda “fos” ismi verilen bir kimyasalın artış gösterdiği çeşitli çalışmalarda ortaya konmuştur. Ayrıca beynin planlama, karar verme ve sosyal davranışları yöneten kısımlarında da önemli ölçüde nöronal gelişimler olduğu görülmüştür.

Çocuk Gelişiminde Babanın Rolü

Babasıyla beraber yetişen çocukların fiziksel ve bilişsel gelişim olarak daha sağlıklı yetiştikleri 2001’de Kaliforniya Üniversitesinde gerçekleştirilen bir çalışmada ortaya konmuştur.

Baba yokluğunda büyüyen çocukların ise antisosyal davranışlar gösterme, okulu yarıda bırakma, olumsuz akran ilişkilerine sahip olma gibi durumlar noktasında babası olan çocuklara göre daha fazla risk altında olduğu görülmüştür. Bu çocuklar benlik algısı ve duygusal gelişim yönüyle de hayatlarında bazı güçlükler yaşayabilmektedirler.

Bir diğer çalışmada ise babaları ile daha yakın ilişkide olan çocukların, psikolojik açıdan daha uyumlu, benlik saygılarının ve okul akademik başarılarının daha yüksek ve ikili ilişkilerde daha başarılı oldukları gösterilmiştir. Babalarla birlikte yapılan etkinlikler çocukların bilişsel ve dil gelişimlerini, aynı zamanda da sosyal gelişimlerini olumlu etkilemektedir.

Çocuklarına kitap okuma ve onlarla oyun oynama gibi davranışlar gösteren babaların çocuklarının, dil ve okuma becerilerinin de daha yüksek olduğu bilinmektedir. Oyun oynamak ve çocuklarla birlikte faaliyetlerde bulunmak, çocuklara hem dil ve kelime bilgisi açısından destek sağlamakta hem de karşılıklı ilgi, sevgi ve bağlılığı arttırmaktadır.

Araştırmalarda, ilgili babalığın çocukların okuma ve matematik becerilerini etkilediği, babaların okul katılımının, çocukların zeka testleri performansı üzerinde de etkisi olduğu görülmüştür.

Bir diğer çalışmaya göreyse çocukların zeka, başarı ve olumlu sosyal davranış göstermeleri babaların iletişime açıklığıyla ilgilidir.

Bu yönüyle babalar çocukların sosyal dünyayla uyumlu, etken ve yapıcı bir ilişki kurabilmelerinde yapıcı bir rol üstlenirler. Özellikle de gelişimin çok hızlı olduğu 0-3 yaş arasında, babaların çocuk bakımına katılması ve çocukla yakın bir ilişki kurması çocuk gelişimi açısından oldukça önemlidir.

Çocukların sağlıklı ve başarılı bir kimliğe erişmeleri, bilişsel olarak sağlıklı bir gelişim göstermelerinde baba figürünün etkileri yadsınamaz düzeyde önemlidir. Özellikle entelektüel gelişim, sosyal girişimcilik, kendini kontrol edebilme gibi beceriler babaların desteğiyle gelişmektedir.

Ezcümle: Günümüz çalışma koşullarında babalarımızın çocuklarıyla akşam televizyon saatlerinde birlikte olduklarını görebiliyoruz. Fakat çocuklarımızın küçük dünyalarında ileride babalarıyla birlikte hatırlayabilecekleri değerli deneyimlere ihtiyaçları vardır. Hayat içerisinde bu deneyimleri biriktirebilmek oldukça önemlidir. Bir babanın sıcaklığı, ilgisi ve duyarlılığı çocuğun yaşamda karşılaştığı zorlukları aşmasında en önemli desteği sunmaktadır. Bir hedefte birleşen ve tüm ailenin dâhil olduğu oyunların, etkinliklerin, gezintilerin çocuklarla birlikte yapılması bu vesileyle oldukça önemlidir.

*Hasan Ali Toptaş, Yalnızlıklar

Acıyla Rastlaşmak

Acıyla Rastlaşmak

Şerif Ali Batmaz

Medeniyetin ürettiği herşeyden bir gün elbet vazgeçilebilir.

Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud medeniyetin insanın kurduğu bir ‘fantezi hülyası’ olduğunu ifade ediyor. Ekonomi, borsa, altın, para, lüks tüketim unsurları, her biri temelde basit temel gereksinimlerimizin abartılmış, yüceltilmiş karşılanma halleri mi tartışılagelen bir konudur.

Afetler, salgınlar bu medeniyet kurmacasının farkına vardığımız geçici ‘yakaza’ halleridir.

Modern toplum, güvenliği, ömür boyu sağlıklı olmayı, kaliteli bir eğitim standardını tutturmayı, ulaşım imkanlarına sahip olmayı daha çok önemsemektedir.

Oysa bu afetlerle gelen “yakaza” hallerinden öğrendiğimiz, heran bizim de başımıza bir hallerin gelebileceğidir.

Dünyanın her zaman “güvenilir” bir yer olduğu, “benim başıma tehlikeli bir hal gelmez” inancı afet, salgınlar karşısında yıkılır.

Alışık olmadığımız bir şekilde, “hakikatle” karşı karşıya kalırız.

Nihayetinde; dünya herzaman “güvenilir” bir yer değildir. Hastalanabilir, bakıma muhtaç hale gelebiliriz. Zenginken fakir olabilir, hürken mahkum kalabiliriz.

Anlam;

rahatlıktan, herşeyin güllük gülistan olduğu yerden mi doğar,

Ezâ ve, cefanın olduğu, ellerimize dikenler battığı yerden mi?

Bir yandan kendilerine gıpta ederek bakılan büyük şahsiyetlerin, hiç de rahat yoldan bu makamlara erişmediğini otobiyografilerine okuyabiliriz.

Yıllar önce bir danışma esnasında bir danışanıma, kendini nasıl hissettiğini sordum.

‘Yenilenebilmek için, tüylerini kendi kendine yolan bir kartal gibi hissediyorum’ dedi.

Bu cevap; insanın sürekli “yenilenme, gelişim tutturma arzusunu” bu uğurdaki “acıyla dostluğunu”, bütün benliğimle kalbimde hissettirmişti.

Hayat böyledir.

Acının kendisi kadar, acının tasviri de ‘insanca’dır.

Var olan acıyı tasvir edebilmek, somutlaştırmak, çözülmeyi sağlatabilir. Bizi güçlü kılar. Ve bütün acılardan bir anlam çıkabilir.

Tavsiye Kitap: İnsanın Anlam Arayışı-Viktor Frankl

Tavsiye Film: Hayat Güzeldir (Life is beautiful)

Söylediklerim Duyuluyor mu?

Şerif Ali Batmaz

“Modern insan iletişim yorgunudur.”

social-media-3846597

Tarihte bu denli irtibatta olduğumuz ama bir yandan  bireysel olma haline kalın harflerle vurgu yapılan az dönem olmuştur. İmkanların kısıtlı olduğu 1900 -1950 yılları arasında, köy ve şehirlerde insanların  imece gibi yollarla daha fazla yardımlaştığı bilinmektedir. İnsanlar yardım için birbirine koşmayı, destek vermeyi örf; toplumsal bir vazife bilerek korumaktaydılar. Kırsal kesimin çoğunluğunda evlerin kapıları kilitlenmeksizin uyunurdu. Düğün ve cenaze gibi faaliyetlerde ev sahibinin ailelere, akrabalara ve komşulara fiziken destek vermesi bilinen bir kültürdü.

 

people-walking-on-street-in-grayscale-photography-3846194

1960’lardan itibaren kırsaldan kente doğru artan rağbetle şehirler ciddi bir nüfus artışı yaşadılar. Şehir yaşamında var olan kimlik karmaşası ve aidiyet yoksunluğu, köy ve memleketlilerin bir araya gelmesiyle çeşitli derneklerin oluşması ile bir nebze telafi edildi.  Fakat şehir hayatının zor koşulları, zengin, fakir, orta direk aile yapılarını daha çok belirgin hale getirdi. Geçim telaşı, şehirlerin kültürel coğrafyasını büyük ölçüde değiştirdi.

Bugün bir eski İstanbul kültüründen üzülerek bahsedemiyoruz. 1930’lardan 2000’lere kadarki süreçte şehirler mimari dokularını, büyük ölçüde artan inşaat trendi, gökdelen ve gecekondulaşma ile kaybettiler. İstanbul, Mekke, Medine gibi tarihi kültürel mirasa sahip şehirlerimizde, silüetlerin kaybolmaya başladığı görülmektedir. Öte yandan insanların medeniyet algısı her çağda değişmiştir. Ortaçağda “inanç sahibi insan”, yeni çağda “bilgi sahibi insan”, yakın çağda “üretici insan”, son dönemde ise “tüketen insan” tipi medeniyetin ana unsuru olmuştur.

high-angle-photo-of-robot-2599244
Çağdaşlığın ise bugün ‘daha fazla otonom, dijital ve uzaycı olan’ biçiminde görüldüğü söylenebilir. Fakat hala bu otonominin insan türünü, dünyadan emekli edebileceği gerçeği göz ardı ediliyor. Halihazırda otoyol gişe memurluğu gibi meslekler 2-3 yıl içinde sessizce yok oldular.

Çağdaşlığın ise bugün ‘daha fazla otonom, dijital ve uzaycı olan’ biçiminde görüldüğü söylenebilir. Fakat hala bu otonominin insan türünü dünyadan emekli edebileceği gerçeği göz ardı ediliyor. Halihazırda otoyol gişe memurluğu gibi meslekler 2-3 yıl içinde sessizce yok oldular.

Türkiye’de ortalama bir köy nüfusunun 200 kişiden oluştuğunu düşünürsek, bugün bir şehir insanının hayat boyu tanıdığı kişi sayısının 1000 kişiyi geçtiği, hayat boyu iş vb. durumlarla etkileşime geçtiği kişi sayısının 5000 kişiyi bulabildiği bilinmektedir.

Böyle bir dönemde yüzeysel kısa iletişimler söz konusu olabiliyor. Oysa insanın derin bir iletişime her zaman ihtiyacı olduğunu takdir ederiz.

İnsanın ihtiyacı iki üç saat, göz göze, diz dize konuşmalar, bir çağlayan gibi yatağında akan sohbetlerdir… Tüm dertlere derman bundan başkası olamaz. İnsan dinlenilmek ve anlaşılmak ister. Değerli hissetmeyi özler. Fakat günümüz ilişkileri bu inceliklerden maalesef bizleri mahrum bırakıyor.

bench-4469453
İnsanın insana bir yurt olması gerekir. Ancak maalesef dört tarafı sularla çevrilmiş adacıklar halinde yaşıyoruz. Daha fazla dinleyip, dinlenilmeye ihtiyacımız var.

Haz ve hız odaklı bir çağda insan olma, durup tefekkür etme hali de önemsenmiyor. Bir bitkinin dahi sevilmeye, konuşulmaya ihtiyaç duyduğu biliniyorken ‘insanın en insani dertleri’ psikiyatri servislerinde, ‘yeteri kadar’ dinlenilemiyor. Aynı alanlarda nefes alıyor olmak bizi ‘sosyal bir grup’ ne yazık ki yapamıyor. Gözlem, saygı, empatiyi daha çok göstermeliyiz. Zira ötekinin sıkıntısıyla canımız sıkılmadıkça, kuru bir kalabalıktan ötesi olamıyoruz.

Bugün bizler için yardımlaşma ancak büyük bir afet veya salgından sonra söz konusu oluyor. Şehir insanı, kendine göre maruz gerekçelerle yardım almamayı yeğliyor. Birçok aile, akraba ve komşularındansa, bankaların kredileriyle destek buluyor.

İnsanın insana bir yurt olması gerekir. Fakat maalesef dört tarafı sularla çevrilmiş adacıklar halinde yaşıyoruz. Daha fazla dinleyip, dinlenilmeye, yardım etmeye ihtiyacımız var…

Meslek ve Rüyalar

Meslek ve Rüyalar

Benliğin kızgınlığı, öfkesi, üzüntüleri ancak geceleri ve rüyalarda çözülür.

Bir meslekte kök verdikçe insan, o meslek tercihinin kişiliğini ifade eden bir yönü olduğunu farkeder. Tercihinde çalakalem gibi duran bir bölüm, aslen benliği kendine doğru çeken bir özü ifade eder. Meslek Kuramcısı Holland ‘Meslek seçimi kişiliğin ifadesidir.’ diyerek özetler durumu. Bu anlamı genişletebiliriz.

Hayattaki tercihler kişiliğin bir portresini çizer. Konuşma, yürüyüş , öfke ve hüznün dışavurumlarında saklı bir benlik durmaktadır.

‘Ben’ hayatta tercihlerde gizlidir. Alelâde bir tercihin aslında bilinçdışı gereksinimlere karşılık geldiğini çoğunlukla görürüz.

Arkadaş olarak tercih edilen kişi özellikleri, yapılan renk seçimleri, müzik tercihleri hepsi ben hakkında birşeyler fısıldamaktadır.

Psikanaliz bu fikri bir adım ileri taşımıştır. Hatalar, ‘ansızın oluverdi’ gibi görünen dil sürçmeleri, rüyaların altında da saklı ben aranır. Rüyalar saklı benle aşikar ben arası tercümanlık yaparlar. Fakat rüyalar yabancı dilden aşina olunan dile bir çeviri değil, anadilden yabancı ve sofistike dile doğru çevirmenlik yapar.

Benliğin kızgınlığı, öfkesi, üzüntüleri ancak geceleri ve rüyalarda çözülür. #ruhsağlığı #psikoloji #psikolojikdanışmanlık #iyihissetmek #mutluluk #huzur #yaşam #varoluş #kitap #kitapsözleri #instagram

Toplum Değerleri Yönüyle Yalnızlaşan Gençlerimiz

    Toplum Değerleri Yönüyle Yalnızlaşan Gençlerimiz

 Şerif Ali Batmaz

 

hiding-1209131
Büyük bir sosyal grup olarak ergen gençlerimiz bugün dünyada sosyal iletişimin değerinin azalmasıyla, sosyalliğe rağmen bireyciliğin, hazcılığın etkisiyle ciddi bir yalnızlık tehlikesi ile de karşı karşıyadırlar.

Ergen genç dediğimizde, neyi anlamamız gerektiği üzerinde özellikle durulması gereklidir. 20.yüzyılda daha da öne çıkan bu dönemi özel olarak anlamamız gerekmektedir. Ergenlik ifadesi sözlük tanımına göre erinlikle yetişkinlik arasındaki çağ, Şemsettin Sami Bey’in Kamus-ı Türki’sinde sinn-i buluğa erip de henüz evlenmemiş olan erkek, er ifadesi ise; Kaşgarlı Mahmut’un Dîvânu Lugâti’t-Türk isimli eserinde ‘bekâr erkek’ manasınaaynı zamanda fiili mana olarak da;  olmak, ulaşmak anlamlarına gelmektedir. Geleneğimizde gençlerin deneyimlediği bu dönem yine “erme ve ulaşma” anlamına gelen bulûğ terimi ile ifade edilmektedir. Burada ergenlik, ergen buluğ ve baliğ mefhumları kültürel manada benzer ifadelerimizdir. Etimolojik açıdan bakıldığında genç; “şâbb” ve “fetâ” kelimeleri ile ifade edilmektedir. Bu sözcüklerin manalarına bakıldığında hareketlilik, kuvvetlilik, cömertlik gibi kelimeler ile eş anlamlı olduğu görülmektedir. Bir atın şaha kalkmasında, bir tür oyun oynamasında, ateşin tutuşturulmasında ‘şebbe’ fiili kullanılmaktadır. Emekli İstanbul İl Müftüsü olan Sayın Prof. Dr. Rahmi Yaran Beyefendi’in ifadesiyle ise devamlı gelip gittikleri, hareket halinde oldukları için gece ve gündüz kelimeleri için de iki genç anlamında “el-feteyân” kelimesi ifade edilir. Hayatın gençlik döneminin bu lafızlarla anlatılmasında şüphesiz bir manidarlık vardır. Ateş gibi parlayan, güç kontrol edilen bir at gibi şahlanan, içi içine sığmayacak derecede hareket isteği ve heyecan duyan gençler gece ve gündüzle gerçekten benzerdirler. Kültürümüzde kullanılagelen ‘delikanlı’ çocukluk çağından çıkan kimse yakıştırması da oldukça değerli bir ifadedir.

Bireysel ve çevresel etkiye göre değişebilen; belirli bir yaş aralığına ulaşan gencin yaşadığı fiziksel, ruhsal ve sosyokültürel değişim süreçleri ergenlik olarak tanımlanabilir.  Ergenlik diğer bir ifade ile; çocuğun artık çocuk olmadığını anladığı zaman başlar, yetişkin dünyasına kabul edildiğini anladığı zaman biter. Dünya genelinde 9-12 yaşlarına ulaşarak fiziksel, ruhsal aynı zamanda psikososyal bir gelişim sürecine giren her genç; sosyal ortamlarda ergen, delikanlı, ya da akıl baliğ olmuş biçiminde adlandırılmakta toplum tarafından bu şekilde çağrılmaktadır.

Osmanlı son dönem tarihçisi ve bir devlet adamı olan Ahmet Cevdet Paşa tarafından yazılan; Mecelle isimli medeni kanun kitabında, gençler için fiili bulûğ yaşları olarak 9-12 yaşları; hükmen bulûğ yaşları olaraksa 17-18 yaş aralığı belirlenmiştir. Yine Ahmet Cevdet Paşa’ya göre bulûğun alt yaş sınırı ile üst yaş sınırları arasında bulunan erkek genç için; “mürâhik” kız genç için “mürahike” denilir.

Gençlerin bu önemli süreçleri ile tarihten bu yana hukukçuların olduğu gibi psikolojiden, edebiyata, tarihten, dünya siyasetine kadar, pek çok farklı disiplinden uzmanlar da yakînen ilgilenmişlerdir. Misalen Alman edebiyatında 18.yüzyılın sonlarına doğru artan idealizmin de etkisiyle ergenlik için Fırtına ve Stres gibi döneme münhasır bir tanımlama yapılmış; bu ifade uzunca bir süre Avrupa kültüründe kullanılagelmiştir. Bu tanımlama edebiyatla dirsek teması içinde olan psikologları ve psikiyatristleri de özellikle etkilemiştir.

Milli kültürümüzde Dede Korkut Hikâyelerinden, Mesnevi’ye, Safahat’tan Çile’mize kadar coğrafyamızda yazılan zengin eserlerimizin büyük bir çoğunluğu;  gençlerin üzerine, aynı zamanda onlara yol açma, rehberlik etme ideali ile yazılmıştır. Kültürel tarihimizde gençlerin yaşadığı anlamlı güçlükler, ilerleme süreçlerinde yaşadıkları savrulmalar, yol ve kimliklerini yeniden bulabilmeleri için gereksinim duydukları ahlaki ve manevi değerler, bu hikâyelerde oldukça güzel bir biçimde dile getirmiştir.

people-4050698

Ergenlik adına edebiyat alanında olduğu kadar düşünce tarihi alanında da çeşitli düşünceler mevcuttur. Gençler hakkında düşünme süreçleri milattan önce antik dönemde de görülmektedir. Batı düşüncesinin önemli iki düşünüründen biri olan Aristoteles’e göre; gençler haz ilkesi ile hareket etmeye daha yatkındırlar ve seçme yeteneğinden henüz yoksundurlar. Gençler anlık durumlara daha geçici ve duygusal tepkiler vermektedirler. Aristoteles bu durumu gençlerin irade kullanarak doğru seçim kapasitelerinin henüz gelişmediği ile açıklamaktadır.

Gençlerle ilgili olarak Aristoteles, Platon, Sokrates gibi düşünürlerin gençlerin aile atlarını kullanmaları hususunda münazaralar yaptıklarını ve ailelerin gençlere bu hususta sınırlayıcı davranmaları ile ilgili nasihatlerinin bulunduğu bilinmektedir. Prof. Dr. H. Nermin Çelen’e göre bu aslında günümüz ergen gençlerinin aile arabalarını kullanıp kullanmama durumu ile eşdeğerdir.

Tarihsel açıdan Hz. Peygamberimiz (sav) çok değerli ve örnek bir gençlik lideri olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira Hz. Peygamber’in yakınındaki insanların önemli bir çoğunluğu enerjisi ile öne çıkan gençlerden ve çocuklardan oluşmaktadır. Bu da Peygamber Efendimiz (sav) ile gençler ve çocuklar arasında iyi bir iletişimsel bağ oluşturmakta idi. Nitekim Mekke’de İslam’ı insanlara anlatmaya başladığında yanında kenetlenen, ona bizzat sahip çıkan, maruz kaldığı eziyetlere karşı göğüslerini siper edenlerin birçoğu gençlerdir. İlahiyat Profesörü Enbiya Yıldırım Beyefendi’nin bu alanda yaptığı bir araştırmanın tespiti ile de; Peygamber Efendimiz (sav)’in etrafında hâle olan gençlerin yaşları şu şekilde sıralanmaktadır:

Hz. Ali 10, Abdullah bin Ömer ile Ubeyde bin el-Cerrah 13; Ukbe bin Âmir 14; Cabir bin Abdullah ile Zeyd bin Hârise 15; Abdullah bin Mesud, Habbab bin Eret ile Zubeyr bin Avvam 16; Talha bin Ubeydullah, Abdurrahman bin Avf, Erkam bin Ebi’l-Erkam, Sa’d bin Ebi Vakkas ile Esma binti Ebi Bekr 17; Muaz bin Cebel ile Mus’ab bin Umeyr 18 yaşlarında idiler.

Buradaki değerli sahabelerimizin her biri aslında bizim ergen ve buluğ çağında dediğimiz gençlerimizle aynı yaşlardaydılar. Peygamber Efendimiz (sav) bu gençleri öğretmenlikten, sancaktarlığa, kadılıktan, yöneticiliğe kadar değişen bir yelpazede, birbirinden önemli görev ve sorumluluklarla onurlandırmış ve yetiştirmiştir. Bu yönüyle de gençlerle psikososyal açıdan iletişimin önemini, gençlerin enerjisinin doğru yöne yönlendirilmesinin değerini, onların cesaretlendirilmesinin kıymetini Peygamber Efendimiz (sav) en güzel şekilde bizlere öğretmektedir. Bu yönleriyle O bizim için örnek bir rehber öğretmendir.

Ergen Gençlerde Ruh Sağlığı

Ergen gençlik dönemi; beyin ve sinir gelişimi açısından ise; bir ateşlemenin yaşandığı, salgı bezlerinin her zamankinden daha çok çalıştığı,  çeşitli hormonların aktif bir şekilde salgılandığı, ve sinirsel yapının değişim gösterdiği bir dönemdir. Frontal bölge beynin;  doğru ile yanlışı ayırt edebilme becerisi olan muhakeme, davranış yönetimi, kişilik, ahlaki gelişim gibi önemli fonksiyonlarını yerine getirir. Frontal bölgede; ergenlik döneminde ise gözle görülür şekilde bir beyaz madde artışı görülmektedir. Beynin ön bölgesindeki bu doğrudan değişimin; gencin sosyal yaşamına ve davranış seçimlerine yansıması oldukça muhtemeldir. Bu sebeple ergenliğin doğal ve tipik bir durumu olan; aile arabasını izinsiz kaçırma, okul kurallarına uymama, sigara ve alkol kullanımı gibi risk davranışları aslında; frontal bölgede henüz istendik bir düzeyde gelişmemişlik durumu ile ilgili olabilir.

 

Executive Functions Help Children Succeed - Figur8 | Brain ...

Çalışan salgı bezlerinin de etkisiyle; yağlanma, kas artışı, vücut organlarındaki orantısız büyüme, peşi sıra gelen bir sakarlık, geçici duygusal yükselme ve düşüşler ergenlik döneminin karmaşık tabiatını bize açıklamaktadır.

Psikoloji alanında yapılan araştırmalara göre iklim koşulları, aile içi sorunlar, savaş, göç, kıtlık gibi etkenlere bağlı olarak gençlerin gelişim süreçlerinin daha erken veya daha geç başlayabildiğini göstermektedir. Bu gelişimin geç veya erken başlamış olması gençler için çoğunlukla psikolojik yansımalara da neden olabilmektedir. Kız gençlerimizin özellikle fiziki gelişimleri ile ilgili değişen algıları, depresyona olan eğilimleri erkek çocuklarımıza göre çok daha ciddi boyutlarda olabilmektedir.

Bu noktada Youtube, Instagram ve renkli basında gençlere özendirilen kısa süreli diyetler, sıfır beden özendirmeleri, ideal giyim tavsiyeleri; özellikle kız gençlerimizin beden algısını bozabildiği gibi çeşitli yeme bozukluklarına da sebep olduğunu değerli anne babalarımız bilmelidirler.

 

Erkek çocukları için fiziksel gelişimin ergenlik döneminde erken başlamış olması yaşıtları arasında daha lider ve de sosyal kabule vesile olabilmektedir. Kız çocuklarımız için ise; bu süreç daha sancılı olabilmektedir. Erkek gençlerimiz için genç bir yetişkin olma durumu sosyal ortamlarda daha fazla özgürlük, güç kazanma ve statü sahibi olma gibi anlamlara gelirken; ergenlik sürecindeki kızlarımız için bu durum farklılaşan fiziksel gelişim, anne babaların haklı koruma telaşı ve toplumsal cinsiyet rolleri düşünüldüğünde, daha sürece münhasır geçmektedir. Bu durum gençlerimizle daha anlayışlı, rahatlatıcı ve güven zeminine dayalı bir iletişimi gerekli kılmaktadır.

Ergenlik genç yetişkinlik dönemindeki yaş aralığı; kaygı verici ruhsal sorunların; özellikle psikoz olarak tanımlanabilen ruhsal durum bozukluklarının en sık ortaya çıktığı gelişimsel dönemdir. Bir duygu durum bozukluğu olan depresyon da ergenlikte özellikle görülebilen bir sorun olmaktadır. Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud ergenlik için gencin kaybettiği çocukluğunun yasını tutma süreci gibi bir tanımlama yapmaktadır.  Bu tanım bir manada ergenin kaybettiklerini güzel bir biçimde ifade etmektedir. Ergenlik yakından bakıldığında gençlerin kayıplar, değişimlerle beraber hissettikleri tatlı bir hüznü de beraberinde barındırmaktadır. Hayata dair sorumluluklar bir yandan hızla artarken; çocukluk döneminde güvenli ve sıcak bir sığınak olan anne babanın kanatları altında biraz daha kalabilmek; bazen ergen genç için çok daha güvenilir görülmektedir. Bir yandan yetişkin dünyasındaki hakların parıldaması ergenin özel ilgisini çekerken; bir yandan yetişkin dünyasının sorumlulukları ve görevleri; kendisinde endişe uyandırmaktadır. Ergenlik insanın dilemmasıdır. Genç çocukluk sevgisini ister, büyüklüğünü dünyaya söyler. Fakat büyük sorumluluğundan da uzak durur.

What's Wrong With the Teenage Mind? - WSJ

Ergenin kimlik arayışı gelişim psikologlarından J. Marcia’nın tanımıyla ipotekli, moratoryum ya da başarılıdır.  “Ben gerçekte kimim?” “ Toplumdaki yerim nedir?” “Sosyal sorumluluklara hazır mıyım?” düşünceleri; yaşanan kaygı, stres bazen de hüzün duyguları ile karşı karşıyadır. Artık çocukluktan çıkan genç seçimler yapması gerektiğinin farkına varır. Zira yaşamına dair yapması beklenen seçimler peşi sıra gelmektedir. İyi bir okul ve meslek tercihi, iyi bir hayat ideali, yaşanan ani duygusal değişimler; bunların her biri ergenin kendini bilmesi ve bulması için değerlidir. Ergen genç burada çevreden yardım almaktadır. Sokağındaki bakkaldan, iki üst katta oturan teyzesine kadar herkes ergenin bu sürecini daha rahatlıkla atlatabilmesi için birer sosyal destektir. Öyle ki sosyal gelişim ergenler için can suyu gibidir. Sosyal gelişimin en iyi deneme sahası olan mahallesinde; kendisine layık görülen bir sorumluluk, ya da görev, ergenin “Ben de burada varım ve artık toplumda bir yerim var” diyebilmesi için gelişim imkanı sağlayacaktır. Fakat değeri yiten mahalle kültürü, bireyciliğin yükselmesi, komşuluk, sosyal yardım gibi değerlerimizin erozyonu, derinliğe rağmen yüzeyselliği eskisinden çok daha fazla önem kazanması gençlerimizi anlamsal bir yalnızlığa doğru itmektedir.

Yapılan çalışmalar ergen gençlerin yalnızlığa bağlı kaygı ve streslerini de çok çeşitli biçimlerde yansıtabildiklerini göstermektedir. Bedenselleştirme gencin var olan bir endişesini, kaygılanmasını, utancını, stresini yeterince paylaşamadığında; bu duyguları baş ağrısı, mide ağrısı şeklinde dile getirilmesidir. Fiziki muayene sonucu fizyolojik bir tanı bulunamadığı takdirde genelde duygularla ilgili bir destek ihtiyacı olduğu anlaşılmalıdır.

Bedenselleştirme kadar duyguları tersine çevirme, bebeksi davranma (regresyon), öz bakımı azaltma (çilecilik) gibi günlük yaşamda ergen gençlerin stresten kaçınmak için kullandıkları savunma mekanizmaları vardır.

Youtube, Instagram ve Ergenlik Dönemindeki Gençlerimiz

Bir yandan saatler boyu süren dijital oyunlar, Youtube, Instagram gibi kendilerini özgür düşündükleri alanlar özünde bir kimlik arayışının, yalnız olmaktansa grubu tercih edişin en açık ifadesidir. Muhakeme yetisini zihinsel gelişim açısıyla daha tamamlamamış gençlerimiz, bu adreslerde ciddi bir kontrolsüz içerik tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Burada değerli anne babalarımıza büyük bir görev düşmektedir. Ergenlerin dijital medyada çok iyi şekilde takip edilmeleri, çatışmaya girmeksizin kontrol edilmeleri büyük bir önem taşımaktadır. Duygusal destek ihtiyacı durumunda daima dinlenilmeleri, rahatlatılmaları ve güven hissi yaşamaları önemlidir. Her ne şekilde olursa olsun ergen gencin yaşadığı hissiyatların düzenli aralıklarla dinlenilmesi, rahatlatılması, kişisel öykülerin özellikle dinlenilmesi gerekmektedir.

 

Ergenlikte Kendilik Alanı

Çocukluk dönemindeki güven ve sevgi ortamına dönmek isteyen genç artık bu güvenli sulardan uzaklaştığının fark etmektedir. O güne değin birer sevgi ve destek kaynağı olan anne ve babasından duygusal olarak ayrılmanın verdiği hüzün eşliğinde genç zihinsel olarak artık yuvadan uçma süreci içine girmektedir. Aslında kendisini arayan genç çoğunlukla etrafına da uzaklaşarak kendine ait bir alan oluşturmaya çalışmaktadır. İnsanın kendi alanı önemlidir. Zira biz yetişkinler dahi kendi alanlarımızda kendimizi inşa ederiz. Ergenler de kendi sosyal alanlarını kullanarak kendi sosyal topluluklarında kendi kimliklerini inşa etmek isterler. Ergen gençler için bir sosyal gruba ait olma duygusu, yalnızlığa karşı güvenli bir sığınak gibidir. Bu nedenledir ki ergen gençler çok sık bir biçimde gerçek hayatta ya da dijital dünyada gruplara katılım eğilimi göstermektedirler. Aslında gençlerimiz yuvalarından bir fert olarak uçma sürecinde; yalnızlıkla ve üzüntüleriyle baş etme, güven ve beraberlik duygusunu yaşamak üzere bu arkadaş gruplarına katılmaktadırlar.

 

Ergen olan genç; çocuklukta sahip olamadığı veya toplum tarafından resmen tanınmayı bekleyen bir kendilik alanını; gel gitlerle edinmeye ve etrafındakilere ispat etmeye çalışmaktadır. Bu süreç gencin bir kimlik arayışı içerisinde olacağı değerli bir serüveni de yansıtmaktadır. Genç; değişim sürecinde aynada her gün değişen bir yabancıyı görmekte, değişen yüz, burun, kol ve ayaklar onu değişimin hakikati ile sınamaktadır.

 

İstanbul'un Göbeğinde Yer Alan 8 Esrarengiz Mahalle | Neredekal.com

 

Gençler ve Sınırlar

Değerli anne babalarımız sınırları ergenle konuşarak aynı zamanda ergeni anlayarak, beraber; onun bireysel özerkliğine saygı duyarak ilerlemelidirler. Ergen gencin mahrem gördüğü kişisel alanları, özel istekleri, hassasiyetleri konuşulmalı ve sınırlar beraberce gözden geçirilmelidir. Burada önemli bir nokta ise; ergenler için aile sınırlarının çok katı, otoriter olmaması, belli belirsiz de olmamasıdır. Ergeni koruyan aynı zamanda aileyi esas alan sınırlar önem kazanacaktır. Örneğin bir sokağa çıkma saati ile ilgili endişe anne ve baba tarafından sakin bir şekilde duygular çerçevesinde anlatılabilir. Sonrasında ortak aile içinde uzlaşmayla ergenin gönlü güzel bir şekilde alınarak orta yolda buluşulmalıdır. Ergen gençlerle iletişim kurmak isteyen bir kimse; okulda, ailede, sosyal topluluklarda her zaman iletişime açık olmalıdır. Gençler toplumumuzun en değerli ve geleceğe bizden sonra kavuşacak üyeleridirler. Bu yüzden saygı ve onay görmeyi, güvenilmeyi beklerler. Saygı değeri; toplumumuzda çoğunlukla yaşı daha büyük olan için bir değer gibi görülür ancak bir aylık bir bebekten saygıdeğer yaşlılarımıza kadar dünya hayatında her yaratılan saygıyı hakeder.

 

Gençlerle İletişimin Özü

Ergenlerle çalışan Fransız Psikiyatrist Philip’e James’e göre sessiz ergenler sessizlikleriyle, kayıtsız ve kapalı görünümleriyle, anne babalarından aslında ilgi, anlaşılma talep etmektedirler. Ergenler dışa dönük veya içe dönük nasıl olurlarsa olsunlar çoğunlukla anne babaları tarafından anlaşılmayı, değer duygusunu ve başarılı olduğunu hissetmeyi yetişkinlerden isterler. Ergenler sınırlara karşıymış gibi görünseler de sınırlar ergenler için simgesel bir beşik mahiyetindedir. Bu simgesel beşik olmadan aynı bir bebek gibi ergen gençler de kendilerini asla güvende hissedemezler. Burada simgesel beşiğin yani sınırların demokratik, iletişime ve insani bir anlayışa dayanması ergen için rahatlatıcıdır.

Ergenler güvenilmek isterler aynı zamanda koruyucu bir elin de üstlerinde olmasını içten içe istemektedirler. Bu nedenle sınırlar anlamında gençlerimizi çok sıkmakla boş bırakma arasında makul bir sınırın çizilmesi ve bunun gençlerle konuşularak belirlenmesi oldukça değerlidir.

Ezcümle: Büyük bir sosyal grup olarak ergen gençlerimiz bugün dünyada sosyal iletişimin değerinin azalmasıyla, sosyalliğe rağmen bireyciliğin, hazcılığın etkisiyle ciddi bir yalnızlık tehlikesi ile de karşı karşıyadırlar. Tüm dünyada gençlerimizi destekleyen kurumlar mevcut durumdadır. Bir yandansa onları destekleyen ahlaki değerlerin yüzeyselleşmesi, artan materyalizm ve hazcı anlayış, ahlaki ve sosyal çöküntüler günümüz gençliğini psikososyal açıdan sıkıştırmış bir durumdadır. Yüzeyselleşen bir çağda yalnızlaşan gençlerimizin sosyal, kültürel ve dini değerlerimize; bu yönüyle bizlerin desteğine eskisinden daha fazla ihtiyacı vardır.

 

Kaynakça

  1. Carlson, N. R. (2013). Foundations of behavioral neuroscience. Pearson Education.
  2. Gander, M. J., Gardiner, H. W., Onur, B., Dönmez, A., & Çelen, N. (2007). Çocuk ve Ergen Gelişimi. İmge Kitabevi.
  3. Öngören, B. (2017), Investigations of the social aspects of risky behaviors in adolescents, The Journal of Academic Social Science Studies, 59(1), 83-119.
  4. Jeammet, P. (2012). Ergenlik. MI Ertüzün, (Çev.) Ankara: Bağlam.
  5. El-Kaşgari, M. (2007). Dîvânü Lugâti’t Türk. İstanbul: Kabalcı, Yayınları.
  6. Arkonaç, O. (1999). Açıklamalı psikiyatri sözlüğü. Nobel Tıp Kitabevleri, İstanbul.
  7. Çelen, N. (2007). Ergenlik ve genç yetişkinlik. İstanbul: Papatya Yayıncılık.
  8. Erul, B. (2015), Hazreti Peygamber ve Gençler, Din ve Hayat,25, syf. 23-25.
  1. Sami, Ş., & Yavuzarslan, P. (2010). Kamus-i Türkî. Türk Dil Kurumu Yayınları.
  2. Öztürk, O. (1973). Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle (Vol. 1). İslâmî İlimler Araştırma Vakfı.

Yüzyılın Yitik Şifası

Yüzyılın Yitik Şifası

 

Şerif Ali Batmaz

 

Bedenlerimizin ‘ilgilen benimle’ demesi ateşle, ağrılarla; ruhlarımızın ‘benimle ilgilenir misin’ demesi öfke, kaygı bazen de üzüntü halleri ile olur. Her canlı varlık, daimi suretle kendini esirger. Bu bazen normal bir davranışla, bazen daha farklı bir davranışla olabilir. Aslında farklı görünen davranış, var olan durumdan muzdarip kimsenin, bazen şifaya yönelik beyaz bir direniş bayrağıdır.

Eskiye nazaran normal olmayan bir çağda, anormalliği tercih edebilmek ancak  bir şiir dizesiyle belki bir nebze dile gelebilir:

 

“Kanatları kara fücur çiçekleri açmış olan dünyanın
yanık yağda boğulan yapıların arasında
delirmek hakkını elde bulundurmak*” 

 

Sahiden hasta bir çağda yaşıyorsak eğer, psikiyatriye sığınanlarımıza ne demeli?

dove-2516641.jpg

 

İnsanları sınıflamanın üretimi tüketimi kolaylaştırdığı bilinegelir. Fakat insanların birer fabrika ürünü değil, aksine insan olduğu gerçeğini çoğunlukla gözden kaçırıyoruz. Ruh sağlığı birimlerinde emek veren değerli insanların, hastalarına vakit ayırmalarına mahal vermeyen, hekimlerin ilaçlar yazılmaya itildiği bir çağda, trajik bir biçimde ilaç kullanımının artmasına şaşırıyoruz.

 

Oysa şifanın en az ilaç kadar ‘dinlenilmekten’, yeri geldiğinde omzumuza konan esirgeyici bir elden geçtiğini unutuyoruz. Kimsenin kimseyi dinlemediği bir yerde manasızlık hakimdir. Fakültelerde gençlere etkili iletişim, dinleme dersleri veriyor, dinlemenin esas önemi üzerine duruyor fakat onları dinlemiyoruz. Gündelik hayatlarımızda yetişkinler olarak bizler de birbirimizi dinlemiyoruz.

    Modern toplumun en büyük zaafı belki de bu olmalıdır; Başkalarına karşı yeterince duyarlı hareket ettiği zannına kapılmak.

 

Çözüm, bazı kavramlara birer borsa değeriymişçesine muamele edip değer verebilmekten geçiyor. Sevgi, yükseliyor; Empati, düşüşte. Merhamet, azalıyor. ‘Yardım’a yatırım yapmanızda yarar var.

 

Toprağa da daha fazla değer verebiliriz. Hoyratça ekip biçtiğimiz, kahrımızı çeken bir rolden daha fazlasını hak ediyor zira. Onu yücelterek, ondan beslendiğimizi hatırlayarak yapabiliriz. Zira hayatta her çabamız ‘kara toprağa’ bağlıdır. O ise ancak severek ekilip biçildiğinde bizi besleyebilir.

 

Bugün bereket bizleri terk etti. Bereket; kültürün önemli bir kavramı. Ve üretim, tüketim zincirinden çok daha fazlasıdır. Bereket sevmekle, sevdiğini esirgemekle mümkündür. Sevmeye, esirgemeye, dinlemeye verdiğimiz öneme, eskisinden daha fazla ihtiyacımız var. Yüzyılın yitik şifası, ancak bu şekilde bulunabilir. Öyleyse Aşık Veysel ile tamamlayalım.

 

Kara Toprak

 

Dost dost diye nicesine sarıldım

Benim sadık yarim kara topraktır

Beyhude dolandım boşa yoruldum

Benim sadık yarim kara topraktır

 

 

Nice güzellere bağlandım kaldım

Ne bir vefa gördüm ne faydalandım

Her türlü isteğim topraktan aldım

Benim sadık yarim kara topraktır

 

 

 

Koyun verdi kuzu verdi süt verdi

Yemek verdi ekmek verdi et verdi

Kazma ile dövmeyince kıt verdi

Benim sadık yarim kara topraktır

 

 

 

Âdemden bu deme neslim getirdi

Bana türlü türlü meyva yetirdi

Her gün beni tepesinde götürdü

Benim sadık yarim kara topraktır

 

 

 

Karnın yardım kazma ile bel ile

Yüzün yırttım tırnak ile el ile

Yine beni karşıladı gül ile

Benim sadık yarim kara topraktır

 

 

 

İşkence yaptıkça bana gülerdi

Bunda yalan yoktur herkesler gördü

Bir çekirdek verdim dört bostan verdi

Benim sadık yarim kara topraktır

 

 

 

Havaya bakarsam hava alırım

Toprağa bakarsam dua alırım

Topraktan ayrılsam nerde kalırım

Benim sadık yarim kara topraktır

 

 

 

 

Dileğin varısa iste Allah’tan

Almak için uzak gitme topraktan

Cömertlik toprağa verilmiş Haktan

Benim sadık yarim kara topraktır

 

 

 

Hakikat ararsan açık bir nokta

Allah kula yakın kul da Allah’a

Hak’ın gizli hazinesi kara toprakta

Benim sadık yarim kara topraktır

 

 

 

Bütün kusurlarımı toprak gizliyor

Merhem çalıp yaralarımı tuzluyor

Kolun açmış yollarımı gözlüyor

Benim sadık yarim kara topraktır

 

 

 

Her kim ki olursa bu sırr-ı mazhar

Dünyaya bırakır ölmez bir eser

Gün gelir Veysel’in  bağrına basar

Benim sadık yarim kara topraktır.

Kendine Dost Olmak

Kendine Dost Olmak

Şerif Ali Batmaz

 

Daha sağlıklı bir hayat, acıyla mesafeli olmak, huzuru yakalamayı arzu ediyoruz.

Fakat dünya hayatı, acıdan vareste bir hayatı da sunmuyor bizlere. ‘Dilce susup bedence konuşulan bir çağda, biliyorum kolay anlaşılmayacak’ diyerek anlatıyor şair İsmet Özel, çağdan yana yaşadığı yalnızlığını, kırgınlığını.

 

Tebabet bu asırda bedenlerle ilgileniyor. Fakat kalbimize kulak veren bir Lokman’ı arıyoruz.

Şairin dediği gibi gelin bedenimiz gibi, gönlümümüze de kulağımızı dayayalım. Hiçbirimiz hayat üzerinde hakiki tahakküm sahibi değiliz. Hayatta her şeyin kontrolü Ben’de değil. Belki alacağımız araba, giyeceğimiz giysiler bir nebze irademize işarettir. Bırakalım ‘Ben’ sahip olmaktan, seçim yapmaktan övünedursun. Fakat bu dünyada bir mülk var. Bir de mülkün ziyaretçisi. Ben ziyaretçiyim.

 

Yolcunun, hevesleri de yolcudur. Sevdam kadar, üzüntüm de yolcu. Hiç kalıcı değil.

 

Merhametim kalıcı, öfkem yolcudur benim. O halde yolcu, güzel bir Hint atasözünün söylediğini düşünebilir. Tepende kara bulutlar olsa bile gökyüzünün maviliğinden kuşku duyma. İnsan olmak tepende kara bulutlar taşımak, maviliğe ise darılmamaktır.

 

Dargınlık çağında yaşıyoruz. Doğaya dargınız, insana dargınız. Aslında ruhumuza dargınız. Aynadaki aksimizedir belki tüm dargınlığımız.

 

Kendiyle barış olmayan, alemle nasıl barışabilir? Kendini onarmayan, ötekini nasıl onarabilir? Ben görmüyorsam kendi yaramı, başka ancak kim görebilir?

Yardıma, önce kendinden başla. Sen bu hayatta kenar köşede kalmaya değil, var olmaya layıksın. Esirge kendini. Kırık gönül, önce kendini sevmelidir zira. Kendi kabın dolduysa eğer, başkalarına geç. Merhum Fethi Gemuhluoğlu Beyefendi’nin ifade ettiği gibi. Bizler her şeye dost olmalıyız. Fakat önce kendimizden başlamamız gerekiyor. Kendini kucaklamalı insan, şefkat sunmalı özüne. Ve bütün dostluklar söylenmeye, ifade edilmeye de mecburdur.

O halde kendine dost ol. Söyle dostluğunu aynadaki aksine. Ruhunu kucakla ki başkasını da kucaklayabilesin. Niyazı Mısri ile tamamlayalım.

 

“Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı
Ben beni terk eyledim bildim ki ağyâr kalmadı

Cümle eşyâda görürdüm hâr var gülzâr yok
Hep gülistân oldu âlem şimdi hiç hâr kalmadı

Gece gündüz zâr u efgân eyleyüp inlerdi dil
Bilmezem n’oldu kesildi âh ile zâr kalmadı

Gitti kesret geldi vahdet oldu halvet dost ile
Hep hakk oldu cümle âlem şehr u pâzâr kalmadı

Dîn diyânet âdet ü şöhret kamu vardı yele
Ey Niyâzî n’oldu sende kayd-ı dindâr kalmadı”

 

 

Ruhlarımızı nerede kaybettik?

Ruhlarımızı nerede kaybettik?

Şerif Ali Batmaz

 

İnsanın her hamlesi ‘şifa’yadır. Ruhlarımız -bilhassa bugün- eskisinden daha fazla şifaya muhtaç durumda. Etrafta olup bitenler, aldığımız kara haberler, kalplerimizin karalığından da haber verir gibi.  Bu defa kahrımızı her daim çeken çilekeş tabiat, kirletilmesinin verdiği acıyla artık kahrımızı çekmekten imtina ediyor. Onun yorgunluğu ve yılgınlığı havaya, suya ve toprağımıza hakim.

Özenle inşa ettiğimiz evlerimize sonsuz ruhlarımız mahkum oldu. Bunun yeni yeni farkına varıyoruz. Büyük bir kısmımız salgınla beraber ormanlara, sahillere attık kendimizi. Fakat gittiğimiz yerleri de ‘kalabalık kıldık’.

İnsanlık tarih boyunca pek çok salgın ve afetle yüzleşti. Veba, depremler, yangınlar, çok fazla sayıda can kaybına sebep olmuştu. Fakat tarihten ders çıkarmayarak insan olma kibrini sürdürdük.  Sonucunda yaşlılarımızı ve kronik hastalarımızı kaybediyoruz.

 

Salgınla sınanan insanlığımızdır. Ötekinin düştüğü durumu göremeyen, daima kendini önceleyen, fırsatçılığı hedefleyen bir ruhsallık virüsten daha fazla zararlı. Fiyat yükseltme, karaborsacılık, yaşlılara hakaret eden genç örnekleri, tüm bu örneklerde gördüğümüz aslında salgından daha da ötesi, bizi içimizden yiyen  bir ‘gayrı ahlaki pandemiye’ işaret ediyor.

Bizler her zaman kriz anlarında yardımlaşmanın, diğerkamlığın örneklerini sergileyen yüce gönüllü bir toplumuz. Bugün salgın, yangın, depremler sayesinde tüm insanlığın maruz kaldığı bir gerçekle karşı karşıyayız. Bu durum aslında tüm insanlığın maruz kaldığı temel bir ahlaki sınav.

Egolarımızı önceleyerek diğerlerinin üstüne basıp gitmek mi; yoksa ötekinin acısını kendi acımız gibi belleyip yardım ve destekçisi olmak mı?

Bilhassa kriz anlarındaki yardımlaşma, dayanışma, paylaşma yaşantıları toplumların ruhsal iyi oluş halini etkiler. Ancak kendi yaşlılarını, kendi engellilerini, hastalarını gözeten, sosyal yardıma muhtaç bireyleri ile ilgilenip alakadar olan toplumlar, medenilik sınavını pek iyi bir şekilde verebilir.

Bu sınavı hakkıyla veremeyen toplumlar ise toplu bir suçluluk duygusunu, kötülük deneyimini alt kuşaklara bilinç altlarında taşırlar.

Bu vesileyle her zamankinden daha çok iyilik yapmaya, kendimizden kötü durumdakini korumaya, gözetmeye ihtiyacımız var. Toplumsal ve ferdi şifayı da ancak bu sayede buluruz. Şifa bulan, şifa verendir. Başkasının derdini onaran, kendine de derman bulur.

 

SESSİZLİK TERAPİSİ

Sessizlik Terapisi

Şerif Ali Batmaz

Modern şehir hayatı görüntü karmaşıklığıyla beraber ses karmaşasını da hayatlarımıza dahil etti. Diksiyon, hitabet etkili konuşma eğitimlerinin önemsendiği bu vakitlerde suskunluğa dair eski öğretiler unutulmaya yüz tuttu. Hitabet derslerinin önemli görüldüğü antik yunan döneminde Sokrates’e geveze bir adamın hitabet dersi almak için geldiği anlatılmaktadır. Sokrates’in adama diğer öğrencilerinden aldığının iki misli parayı kendisinden istemesi üzerine adam kızmıştır ve neden iki katı ödeyeceğini sorar. Sokrates sana iki şeyi öğreteceğim için der. Birincisi ne zaman konuşman gerektiği, ikincisi ne zaman susman gerektiği  için.

Hayatta sesi kullandığımız farklı alanlar mevcut.  Aslen iki kişinin hem hal olduğu bir sohbet halinde,

Bir kişinin kitleleri etkilemek, bir fikri benimsetmek üzere yaptığı hitabetlerde,

Duygu düşünce bilgi paylaşımı maksadıyla yapılan günlük konuşmalarda,

Çeşitli sesleri dizerek meydana getirilen müzik eserlerinde,

Çevresel (yani harici olan) sesler taşıt, kuş, kalabalık gibi farklı sesler var.

Yapılan araştırmalar sesin beynimizde alfa beta teta ve delta gibi dalgalarına farklı tesirleri olduğunu gösteriyor. Kültüre, kişisel tarihçeye bağlı olarak değişse dahi yavaş, yumuşak seslerin anksiyete (gerginlik) duygusunu azalttığı, yerine rahatlama, artan hayal gücü gibi etkilerde bulunduğu artık bilinmektedir.  Aksine yüksek, gürültülü seslerin ise anksiyeteyi tetiklediği bulunmuştur.

İnsanın sesle ilk tanışıklığı anne rahminde olur. Kalp atışı, kan akışı, nefes sesi ilk aldığımız sesler olur. Sonrasında bakım veren tarafından söylenen kelimeler, ninniler ikinci aşama ses grupları olmaktadır. Ses her zaman bir duyguyu da tetikler. Bunun için sesin faktörlerine bakılması gerekir.

Sesin genel faktörleri şu şekilde sıralanabilir.

Frekans: Tiz Sesler (Uyarıcı) x Pes Sesler (Rahatlatıcı)

Tını: Anne Sesi (Yatıştırır etki) Köpek Havlama Sesi (Ürkütücü)

Şiddet: Yüksek sesler (Patlama, bağırma) anksiyete, huzursuzluk

Genişlik: Sesin uzunluğudur. Aralıksız araba korna sesi (gerginlik, huzursuzluk, öfke)

 

Sessizliğin Psikolojisi

Yapılan araştırmalar sessizliğin beyin büyümesini teşvik ettiği öğrenme ve hatırlamaya bağlı beyin bölgelerimizde hücre artışı sağladığını göstermektedir. Gürültü sebebiyle artan stres hormonlarımız kortizol ve adrenalinin sadece iki dakikalık bir sessizlik arasında hafiflediği görüldü.

Gürültü kirliliği ise bugün dünyada kalp hastalığı ve işitme sorunları ile ilişkilendirilmektedir.

Sessizlik hayal gücü, farkındalık, kendine dönük düşünme becerilerine olumlu tesir yapmaktadır. İzlediğim bir filmde kişilerin karakterinin ancak karanlıkta ortaya çıkacağı ifade ediliyordu. Fakat peşi sıra bugün çok da karanlık bir yerin hayatlarımızda kalmadığından sitem edilmekteydi. Aslında bugün sessizliğe de hayatlarımızda yer kalmadı. Bu modern insanın en büyük problemi haline geldi. Kendi ile başbaşa kalamayan, en sessiz anında dahi bir harici sesle işgal edilen ruhlarımız kendi kendini onarmakta zayıf kalıyor. Hepimizin kendimiz olabildiğimiz iyi bir sarı lambalı bir loş ortam kadar sessizliğe de gereksinimimiz var. Bu nedenle sessizliğe eskisinden daha çok muhtacız. Suskunluğa, sükuta, bir şeylerden konuşmadan da bahsetmeyi öğrenmeliyiz.

Kaynakça

1- https://www.psychologytoday.com/us/blog/handy-hints-humans/201704/10-reasons-why-silence-really-is-golden